Polen Ekoloji Enstitüsü

Yaşam Altından Değerlidir Kampanyası Basın Açıklaması

2-3 Kasım’da Polen Ekoloji Kolektifi’nin bileşen olarak organizasyonunda yer aldığı çalıştayda ilan edilen kampanya için yapılan basın açıklamasını Polen Ekoloji Kolektifi’nden Çise Yıldız okudu.


Günümüzde yüksek teknolojiye dayalı, çok geniş alanlara yayılan, kazılarda çok derine inebilen mega-madencilik ekosistemin fiziksel yapısını kalıcı olarak bozarak, üzerinde yaşayan canlı türlerini yok ederek ve yerel halkın doğayla bağını zedeleyerek ekolojik sakatlanmaya yol açmaktadır.

Tüm yerküreyi tehdit eden neoliberal sistemin sürekli maddi tüketimi özendirmesi ve sermaye birikimini devasa boyutlara getirmesiyle birlikte doğal varlıklar olan mineralleri metalaştırmaya dönük talep gün geçtikçe artıyor. İklim krizine karşı alınan sözde önlemler; yenilenebilir enerji için gereken mineraller, kritik madenler, nadir toprak elementleri … derken uluslararası finans kuruluşları, kalkınma bankaları, yatırım fonları özellikle yoksul güney ülkelerini adeta dev birer maden şantiyesine çevirmek için baskılarını artırıyorlar.

Emperyalist-kapitalist madenciliğin bu ağır tahribatı, savaşlardan sonra dünya üzerinde en ağır yıkıma yol açan faaliyetlerden biri olan altın madenciliğinde doruk noktasına ulaşıyor. Temel ihtiyaçlar için kullanım alanı oldukça sınırlı olan, değeri küresel spekülasyonlarla devamlı şişirilen, finans çevrelerinde yatırım için ‘güvenli liman’ olarak adlandırılan altının madenciliği, bizlere bölünüp parçalanan, metalaştırılan bir doğa tanımını dayatıyor. Hükümetler üzerinde baskı kurarak çevresel koruma mevzuatını kemiriyor ve içini boşaltıyor, katılımcı demokratik süreçleri aşındırıyor, adalet kavramını ekonomik alanla sınırlayarak yozlaştırıyor, yerel halkın geçim olanaklarını, kültürel değerlerini sakatlayarak insan hakları ihlallerine yol açıyor. Sosyal devlet gitgide sermayenin önünü açan bir role bürünüyor, politik olan toplumsal alan uzmanların ve bürokratların görüşlerine bırakılarak halkın karar süreçlerine katılımı engelleniyor.

Maden şirketleri ve onları destekleyen hükümetler, sanki toprağın altındaki mineraller hiç tükenmeyecekmiş gibi bir an önce bunları çıkarıp, paraya çevirmekle, bir yerde maden tükenince de hemen başka yeri kazmakla ilgileniyorlar. Kazılan cevher miktarıyla ve bunun parasal karşılığıyla övünüyorlar. Onlara göre doğal sınırlar yok, sadece doğasına, yaşamına sahip çıkan yerel halk sorun olarak görülüyor, yani insani sınırları aşmak gerek. Doğayı ve yaşam alanlarını savunan yerel halk önce parayla kandırılmaya çalışılıyor, sonuç alınmazsa kolluk gücüyle baskı ve şiddete maruz bırakılıyor, çevre mücadelesi verenler marjinalleştiriliyor.

Tanımlanan küresel kapitalist iş bölümünde Türkiye’ye biçilen rol, gelişmiş ülkelerin hammadde tedarikçisi olarak sermaye birikimini desteklemek ve ucuz emek, ucuz doğa sayesinde yeraltı varlıklarını düşük fiyattan küresel pazarlara sunmaktır.

Bu bağlamda, hükümetler tarafından onlarca yıldır çıkarılması için hayaller kurulan altının madenciliği, neoliberal politikalarla birlikte 2001 yılında İzmir-Bergama’da yerel halkın haklı direnişleri zorla bastırılarak başlatıldı. Buna 2002’de Manisa-Sart, 2006’da Uşak-Kışladağ, 2009’da Gümüşhane-Mastra ve İzmir-Çukuralan, 2010’da Erzincan-Çöpler, 2011’de İzmir-Efemçukuru ve Eskişehir-Kaymaz, 2012’de Niğde-Bolkardağ ve Gümüşhane-Midi, 2013’te Kayseri-Himmetdede, 2015’de Fatsa-Altıntepe, Sivas-Bakırtepe ve Konya-İnlice, 2017’de Balıkesir-Kızıltepe, 2018’de Çanakkale-Lapseki, 2019’da Balıkesir-İvrindi, 2020’de Kayseri-Öksüt, 2021’de Balıkesir-Gediktepe ve 2023’te Bilecik-Söğüt altın madenleri eklendi. Bugün bu alanların çoğunda yerel halk ve çevre örgütleri madenlerin yıkımlarını kamuya duyurmak ve bir an önce kapanmalarını sağlamak için tüm olanaklarıyla mücadele ediyorlar.

13 Şubat 2024 tarihinde İliç’te yığın liçin kayması sonucu işçilerin ölümü ve yığın liçteki siyanür ve ağır metaller bulunduran çözeltinin Fırat nehrine karışmasıyla oluşacak ekokırım, altın madenciliğinin yıkımlarını bir defa daha toplumun önüne koymuştur.

Ağır sosyal ve ekolojik tahribat, yukarıda sıralanan altın madenlerinde apaçık ortadayken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre 2020 yılı başından bu yana Çevresel Etki Değerlendirme süreci devam eden 113 adet altın madeni projesi bulunuyor. Bunlardan 46 tanesine ‘ÇED gerekli değil’ kararı verilmişken, 18 tanesi için ‘ÇED olumlu’ kararı çıktı. Siyasi iktidar, yerin üstünde ve yerin altındaki tüm doğal varlıklara sadece ne kadar para getireceklerine göre değer atfediyor: doğal ormanlar, milli parklar, yaban hayatı koruma alanları, su havzaları artık madenciliğin yıkımından kendini koruyamıyor! Özellikle hiper-başkanlık olarak adlandırılan tek adam rejimine geçilmesiyle birlikte hukuksal süreçlerde bilirkişilerin meslek ahlakını ayaklar altına alarak açıkça şirket menfaatine raporlar yazdıklarını, mahkemede alınan yürütmeyi durdurma kararlarının uygulanmadığını, kamu kurumlarının şirketin taşeronu gibi hizmet verdiklerini, madenci şirketlerin yasal boşluklar arasında rahatça cirit attıklarını, şirket menfaatleri için CB kararı ile acele kamulaştırmalara gidildiğini, ÇED sürecinin bürokratik bir ‘dosyanı hazırla-harcını öde-onayını al’ parodisine indirgendiğini görüyoruz. Ya görmediklerimiz?

Bugün artık MAPEG’in sayıları yüzlerle ifade edilen maden ruhsatlarını takip edebilmek mümkün değil! Üstelik maden aramaları için çevresel etki değerlendirme süreci de kaldırıldığından ülkenin her köşesi sondaj sahasına dönmüş durumda. Madenci MAPEG’den arama ruhsatını aldığı gibi makinalarını ayarlayıp ruhsat sahasına yani ormana, tarım alanına, meralara dalıyor, ağaçları kesip sondajlara başlıyor.

Yol açtıkları ekolojik ve sosyal sakatlamaları meşrulaştırmak için hükümet ve madenci şirketler maddi kalkınmayı, ekonomik büyümeyi yüceltmeye ve bunların doğaya yoğun şekilde el konulmadan gerçekleşemeyeceği algısını oluşturmaya çalışıyorlar. Bu gidişat, Türkiye’yi emeğin ve doğanın alabildiğine sömürüldüğü bir tür küçük Afrika’ya çevirecektir: doğayı talan ederek servetini büyüten mutlu sermaye azınlığına karşılık, geçim olanaklarını kaybeden, çoraklaşan topraklarda, temiz suya dahi ulaşım imkanını yitiren, yoksul ve geniş halk kesimleri.

Sermaye ve devlet el ele vermiş, ülkenin önemli bir bölümü madenlere ruhsatlanmışken, doğal varlıkların ve yaşam alanlarının savunusunu sadece proje bazlı yapmakla yetinmek, mücadeleyi doğa savunmasına indirgeyip politik içeriğinden yalıtmak ve siyaset üstü yaklaşımlarla zayıflatmak yukarıda tanımladığımız emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelede etkili olamayacaktır. Bizler sadece köyümüzü, yaylamızı, meramızı, ormanları değil, memleketimizi ve yeryüzünü sermayenin el koyma planlarından kurtarmak için harekete geçiyoruz. Sermaye, hükümetin desteğini alarak en aşırı baskılarla en etkili sömürü düzenini kurmayı hedefliyor. Bununla mücadele için karşı hegemonyayı kurmalıyız: katılımcı demokrasiyle, dayanışmayla. Adil geçiş, yeşil mutabakat, sürdürülebilir madencilik gibi sistemin kendini revize etmesine yönelik içi boş kavramlarla kaybedecek zamanımız yok. Doğanın ve demokrasinin düşmanı olan kapitalizm ve emperyalist madencilik dünyanın sonunu getirmeden, bizler onu sona erdirmenin yollarını üretmeliyiz.

Ekolojik yaşam olanakları ellerinden alınan ve maden işçilerine dönüştürülen emekçilerin ‘yoksulluk mu, madende çalışmak mı?’ ikilemine mahkûm edilmeleri ve şirketlerin devasa kazançları için yoğun emek sömürüsüne maruz kalmaları kabul edilemez. Maden işçisinin sadece aldığı ücretle ve istihdamını sürdürmesiyle ilgilenen sendikacılığa karşı çıkıyoruz. Madencinin kendisi ve ailesi için sağlıklı gıdaya, temiz havaya, suya erişebilmesi, uygun fiziksel barınma ve çevresel koşullarda yaşayabilmesi taviz verilmeyecek temel ihtiyaçlardır. Ekmeği istiyoruz, aynı zamanda gülleri de istiyoruz!

Bileşenleri olarak bizler, bugüne kadar ortaya koyduğumuz çabaların devamı olarak başlattığımız ‘Yaşam Altından Değerlidir’ Kampanyasında ekolojik ve sosyal sakatlanmaları ortadan kaldırmak için;

  • Altın madeni işletmeleri ve projeleriyle mücadeleyi, Türkiye’de altın madenciliğinin ve siyanürle yapılan madenciliğin yasaklanmasına çalışacağız,
  • Emekçilerin haklarını gözeteceğiz, sömürüye ve halka dayatılan yoksulluğa karşı mücadele vereceğiz,
  • Yaşam alanları ve geçimlik ekonomileri ellerinden alınan köylülerin yanında yer alacağız, geçim ekonomisini ve paraya indirgenmeyen çoğulcu değerleri savunacağız,
  • Kültürel mirasa, yerel halkların yaşam bilgilerine sahip çıkacağız,
  • Ekolojik emperyalizmin hedefindeki ülkelerde, madenciliğe direnen örgüt ve platformlarla bir araya gelerek uluslararası dayanışmayı öreceğiz,
  • Ruhsatlarla bölünüp parçalanan, sermayeleştirilen doğa tanımını reddederek ekosistemin bütünlüğünü tüm canlı türleriyle birlikte korumaya çalışacağız.

Türkiye’de madenciliğin zararları altın madenciliği ile sınırlı değil, üstelik sadece minerallerde değil hidrokarbürlerde de yıkıcı boyutlara ulaşmış durumda: başta Diyarbakır olmak üzere Şırnak, Batman, Siirt’te sayıları hızla artan petrol sondajları, Diyarbakır’da doğaya büyük zararlar veren hidrolik kırma(fracking) yöntemiyle petrol çıkarılması, Karadeniz’de deniz dibindeki ekosisteme büyük zararlar veren petrol-doğal gaz aramaları… buna sadece birkaç örnek. Bu talanın gitgide artacağını dikkate alarak, tüm bu alanlardaki çalışmalar sonrası kampanya bitiminde madenciliğin yıkımlarıyla mücadele eden bir platformu hayata geçirmiş olacağız. Bu platform, sadece çevre aktivistlerini değil, emek ve demokrasi mücadelesi veren geniş kesimleri bir araya getirecek, kalkınma eleştirilerinin ötesinde kalkınmaya alternatifler üretecek, ekonomiyi maddileşmekten arındırmaya, iyi yaşama ve doğanın haklarına yönelik politikalar üretecek.

Biliyoruz ki ekolojik yaşam ancak, ekosistemin sakatlanmadığı sağlıklı bir doğada, katılımcı demokrasinin yerleştiği, yoksulluğun ve emek sömürüsünün ortadan kalktığı sağlıklı bir toplumda mümkün olabilir.

Ekolojik yıkımların ve yoksulluğun ortadan kalktığı, emek sömürüsünün olmadığı bir toplumda yaşamak isteyen herkesi kampanyamıza destek vermeye, dayanışmaya çağırıyoruz.