Polen Ekoloji Enstitüsü

Küçülme Üzerine Düşünceler

Küçülme düşüncesinin son dönemde merkez (ve kimi çevre) kapitalist ülkelerde taraftar sayısını hızla artırıp, yerel örgütlenmelere ve kendiliğinden hareketlere nüfuz ettiği görülüyor. Ekolojik yıkımın köklerini kapitalizmin neoliberal suretine indirgeyen ve Yeşil Keynesçi bir model öneren sosyal demokratlara (örneğin Pollin 2018; 2019) nazaran küçülme yazını daha radikal bir noktada konumlanıyor. Ancak küçülme, hasım olarak tanımladığı büyümeyi ele alırken, ona biçim ve içeriğini veren üretim tarzını bir bütün olarak tartışmaktan kaçındığı ölçüde kendini dar bir ufka hapsediyor.

Aşağıda öncelikle küçülme düşüncesinin köklerine ve ana hatlarına göz atıp, devamındaysa bu yazında öne çıkan politik ekonomi perspektiflerini ele alacağım. Küçülme yazını son derece dinamik ve zengin bir içeriğe sahip, fakat bu, beraberinde önemli muğlaklıklar ve eklektizm de getiriyor ve tutarlı bir tartışma yürütmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle yazındaki görece kapsamlı ve iç bütünlüğe sahip katkıları tartışmanın merkezine koymayı tercih ediyorum.

Küçülme Düşüncesinin Kökleri

Küçülme düşüncesinin birkaç ana kaynaktan beslendiği söylenebilir1. Bunlardan birincisi, Rachel Carson ve Büyümenin Sınırları (1972) raporunun yazarlarından Donella Meadows gibi isimleri de içeren, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gelişen Batılı çevrecilik akımı.

İkincisi, ekolojistleri, iktisatçıları ve diğer bilim insanlarını bir araya getiren, ilk konferansı 1987’de düzenlenen ekolojik iktisat düşüncesi. Bu noktada, küçülme yazınındaki bütün damarların dayandığı belki de en temel argümanı formüle etmiş olan Nicholas Georgescu-Roegen’e bir parantez açmak önemli.

Georgescu-Roegen, termodinamiğin ikinci yasasının ekonomik süreçler için de geçerli olduğunun altını çizerek ‘sınırsız büyüme mümkün değildir’ tezinin zeminini oluşturdu. Buna göre, bir sistem, enerjiye dayalı her dönüşümde yararlı iş yapma kapasitesinin bir kısmını yitirir çünkü artık bir işe dönüştürülemeyecek enerji miktarı, yani entropi artar. Eğer bu sisteme dışarıdan enerji verilmezse, bir süre sonra yararlı iş yapma potansiyeli sıfırlanır. İktisadi faaliyet, yalnızca doğanın atıklarımızı sindirme kapasitesiyle değil, enerji dönüşüm süreçlerinin geri döndürülemezliğiyle de kısıtlıdır. Düşük entropiye sahip fosil yakıtlar yakıldığında, geri döndürülemez bir enerji kaybı yaşanır. Dolayısıyla, maden ve fosil yakıt stoklarımız kısıtlı olduğu için uzun vadede insan etkinliği vites küçültmek, ‘dışarıdan’ bir akış olan güneş enerjisinin desteklediği ölçekte devam etmek zorundadır (Georgescu-Roegen, 1975).

1987’de ekolojik iktisadın ilk uluslararası konferansını düzenleyen ve bu okulun en itibarlı tarihçisi olan Joan Martinez-Alier, Marx ve Engels’in termodinamik yasalarıyla tanışık olduklarını fakat onu reddettiklerini, dolayısıyla ekolojik düşünce (ve mücadele) ile Marksizm arasında onulmaz bir uçurum bulunduğunu yaklaşık otuz yıldır yazdı, yazıyor. Martinez-Alier’in Engels’e ait dört paragrafa dayandırdığı bu iddiaya bir parantez açmak gerekiyor.

İlginçtir ki Martinez-Alier, Engels’ten yaptığı alıntıları kısaltırken, metnin orijinalinde bir kısaltma yapıldığını ifade eden köşeli parantezleri kullanmayı tercih etmiyor. Foster ve Burkett (2008: 8-9), cümleden kesip atılan ve yerine hiçbir imleç bırakılmayan bu kısmın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Metnin tarihsel bağlam ve dönemin tartışmaları gözetilerek yapılan okuması, tam tersine Marx ve Engels’in termodinamik yasalarını kabul ettiklerini, bunların belli yanlış yorumlanışlarını eleştirdiklerini açıkça gösteriyor.

Entropi tartışmaları, burada hakkıyla aktaramayacağımız kadar uzun bir konu teşkil ediyor. Fakat vurgulamadan geçemeyeceğimiz bir nokta var. Kendilerine yüzeysel bir şekilde atfedilen ekolojik körlük ve fizik yasalarına kayıtsızlık bir yana dursun, Marx ve Engels, diyalektik düşünceyi yetkin biçimde kullandıkları eserlerde kendi çağlarının en ileri bilim yazınından yararlanırlar. Örneğin Marx, Kapital’de tarım ve toprak kullanımındaki metabolik yarılmayı işlerken Liebig’den, fiziksel kuvvet ve elektrik üzerine düşünürken Grove ve Büchner’den, makine ve güç üzerine hayli etkileyici bölümleri yazarken Babbage’den, biyoloji ve fizyolojiye değinirken Darwin’den faydalanır. Ancak tüm bunlar üzerine akıl yürütürken doğa ve toplumu birlikte düşünür, bu ikisinin süreçlerini birbirinden ayırmaz.

Örneğin emek, Marx için dar anlamıyla iktisadi bir kategoriden ziyade, her şeyden önce, insanın kendisiyle doğa arasındaki metabolik ilişkiyi kontrol ettiği, düzenlediği bir süreçtir. Ne doğadan bağımsız bir toplum, ne de toplumun etkisinden azade, saf bir doğadan söz etmek mümkündür (Marx, 1990: 283). Benzer şekilde, Engels bunu, “[h]içbir şekilde başka bir topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız” diyerek ifade eder (Engels, 2006: 229).

İnsan ve toplum, doğanın bir parçası olduğu ölçüde, onun doğayla ilişkisi bir yandan da kendisiyle olan ilişkisini yansıtır. Bu noktadan hareketle Marx ve Engels çalışmalarının merkezine üretim ilişkilerini ve bir toplumsal ilişki olarak sermaye kategorisini koyar. Bu nedenle örneğin kas gücü yerine kömür ve buhar gücüyle çalışan makinelerin bir yandan üretkenliği artırırken, diğer yandan da işçiyi makinenin bir parçası haline getirmesini, açlık ve işsizlikle sınamasını sermaye düzeninin bir çelişkisi olarak ele alır.

Ekolojik iktisatçılar, belli bir tarihsel dönemeçte üretim düzeyinde ve enerji kullanımında yaşanan bu sıçramayı kavrıyor ve ona büyük önem atfediyor. Fakat enerji üretim ve tüketiminin, teknolojik gelişimin biçim ve içeriğinin, toplumun doğayla olan ilişkisinin niteliğinin kapitalist üretim tarzını tanımlayan mülkiyet ilişkilerinde, piyasa dolayımında ve kâr arayışında yattığını çoğu zaman atlıyor. Bu nedenle – aşağıda detaylandıracağımız gibi – kapitalist üretim tarzı yerine onun yalnızca bir sonucu olan büyümeyle kavga ederken esas mücadele alanını ıskalıyor, radikal iddiasını önemli ölçüde yitiriyor.

Küçük Ölçekli Kapitalizm?

Georgescu-Roegen’in öğrencisi ve ekolojik iktisat disiplininin kurucularından sayılan Herman Daly, uzun vadede yalnızca enerji-madde geçiş miktarını (throughput) düşük bir düzeyde sabitleyen bir ekonomik yapının sürdürülebilir olacağı fikrini ortaya attı. Birçok küçülme düşünürüne ilham olmuş bu ekonomik tahayyüle ‘kararlı durum ekonomisi’ adını veren Daly, verdiği bir mülakatta önceki paragrafta değindiğimiz üretim tarzı tartışmaları özelinde şöyle diyor (Daly, 2018: 96):

Kapitalizm büyümek zorunda olduğu ölçüde kararlı durum ile uyuşmaz. Enerji-madde geçiş miktarını sınırlama ihtiyacını kavradığınız zaman, piyasadaki rekabetten doğan büyüme dürtüsü de bir sınır ile karşılaşır. Kapitalizmden vazgeçmemiz ve eko-sosyalizmi tercih etmemiz gerektiği görüşüne katılmıyorum. Eğer şu an kapitalizmin içinde takılıp kaldıysak, onun zarar verme gücünü elinden alalım, yani çevresel yıkım ve gelir dağılımındaki eşitsizliği ortadan kaldıralım. Kapitalizmin çevreye zarar verme ve zenginliği mantıksız boyutlarda yoğunlaştırma gücünü elinden alırsanız, o zaman bence büyük bir adım atmış olursunuz. […] Kesintisiz büyümeye ve gelir yoğunlaşmasına yönelmiş, finansallaşmış tekelci kapitalizm olarak kapitalizm gerçekten kötü. Gelir dağılımı ve ölçek limitlerini gözeten Jeffersongil, küçük ölçekli bir kapitalizmden bahsediyorsanız – ve bunun adına eko-sosyalizm diyorsanız – bana uyar.

Daly’i kapitalizme dair böylesine hülyalı bir noktaya iten ne? Tamamen pragmatist bir pozisyonu tercih etmesi bir ihtimal olabilir. Ancak daha muhtemel cevap, kapitalizmi tanımlayan mülkiyet ilişkileri ve onun sınırlarını, şekillendiren yapılarını kavramadaki eksikliği olsa gerek.

Tarihte ilk kez periyodik aşırı üretim krizleri ortaya çıkaran, bir çıkış yolu olarak tüketim ve üretim mallarını yok eden, değersizleştiren ve böylelikle kâr oranlarını tekrar sağaltan bir üretim tarzından bahsediyoruz. Hayatta kalmak için her tekil sermayenin diğer tüm sermayelere karşı savaşmak zorunda olduğu, agresif rekabet koşullarının dev tekelleri dahi düzenli olarak çökerttiği bir üretim tarzı ve ona içkin düzensizliği şekillendiren rekabet… Daly ise bütün bu yapısal eğilimlerin üzerinden atlayıp, ahlakçı bir noktadan “küçük ölçekli kapitalizm” salık veriyor.

Daly, son dönem yazılarında ise nüfus ve göç başlıklarına odaklanıyor. Alınıp satılabilir doğum yapma izni gibi (üremeyi de piyasalaştıran) nüfus kontrol araçlarının kullanılmasını öneren Daly, birçok merkez ülkede ekonomik büyüme hedefinin mültecilere alan açmak adına meşrulaştırıldığını, öte yandan göçmenlerin de büyüme için itici güç olarak kullanıldığını yazıyor. Oysa kararlı durum ekonomisi, yalnızca büyümeyen bir nüfus ile tesis edilebilir ve sürdürülebilir. Bu nedenle Daly, göçü, maliyeti faydasından yüksek bir olgu olarak tanımlıyor ve ekliyor: göç alan ülkeler, batan bir gemiden filikaya binerek kurtulanların, hâlâ hayatta olan ve suda yüzmeye çalışanları filikaya alıp almamak arasındaki ikilemini yaşamaktadır ve acı gerçek, filikanın yalnızca belli bir sayıda insanı taşıyabileceğidir (Daly, 2015a; 2015b).

Yanlış okumadınız: bu anlatıda geminin yönünü belirleyen pusula (kâr) ve dümenin hangi yöne kırılacağını tayin eden bir sınıf yok; yolculuk boyunca gemide üretilen zenginliğe küçük bir azınlık tarafından el koyulması, üretenlerin büyük çoğunluğunun karın tokluğuna çalışması da yok. Bunların hepsi bir yana, kullandığı benzetmede Daly, filikaya binenlerin o küçük azınlık olduğunu söyleme ihtiyacı dahi hissetmiyor. Elimizde yalnızca soyut bir nüfus kategorisi ve geminin çok hızlı gitmesi, fazla enerji ve madde kullanması sorunu var. Fakat o nüfusu teşkil eden somut kategoriler, geminin yönünü ve hızını belirleyen toplumsal ilişkilerden eser yok.

Elveda Sosyalizm, Merhaba İdealizm

Küçülme düşüncesinin üçüncü kaynağı olarak 70’li yıllardan itibaren Fransa’da olgunlaşan büyüme ve ekonomizm eleştirisi gösterilebilir. Daly ve Georgescu-Roegen, ortaya koydukları büyüme eleştirisiyle küçülmenin kuramsal zeminini hazırlamış, ancak bunu kavramsallaştırmamışlardı. Küçülme kavramı (décroissance) ilk kez 1972’de, kendisini ‘politik ekoloji’ olarak tanımlayan akımın öncülerinden André Gorz tarafından kullanıldı. Üretimciliği ve sonsuz büyüme arayışını eleştiren bu akım, mevcut yaşam tarzının tersine çevrilmesi, toplumun, bir deli gömleği olan büyüme arayışından sıyrılması ve küçülme yoluyla dirliğe ulaşması gerektiğini savunuyordu.

André Gorz, 1980 yılında yayımlanan Elveda Proletarya başlıklı kitabında dünyanın sanayi sonrası topluma doğru yol aldığını vurgulayıp, artan otomasyon ve bilgisayar kullanımı bağlamında çalışma saatlerinin kısalacağı, insanların ‘yaşamak için’ daha fazla zamanının olacağı bir gelecek tahayyül ediyordu – tıpkı Keynes’in 1930’da yüz yıl sonrası için öngördüğü gibi (Keynes, 1963). Ancak her iki yazar da kapitalist üretimin her şeyden önce sermaye birikimi anlamına geldiği gerçeğini ıskalar. Böylelikle artan üretkenlik, otomasyon ve yeni teknolojiler bağlamında kapitalist üretimin kâr oranlarını sağaltmak, artı değer kütlesini artırmak için başvuracağı yolları, bunun doğuracağı çelişkileri öngöremez.

Bunu izleyen onyıllarda düşünsel kalbi olan Fransa’dan, önce Batı Avrupa’ya, sonra da birçok diğer ülkeye yayılan küçülme hareketinin belki de en önemli sözcüsü Fransız düşünür Serge Latouche oldu. Sosyal bilimlerde ekonomizmi ve faydacı yaklaşımı, politik alandaysa tüketim toplumunu ve (sürdürülebilir) kalkınma kavramını kıyasıya eleştiren Latouche, Polanyi’yi izleyerek piyasa ilişkilerinin henüz metalaşmamış alanlara nasıl sızdığına ve bunları ele geçirdiğine odaklanarak, ‘piyasa ekonomisi’nin sosyal bir inşa, modern bir icat olduğunu öne sürer, ve demokrasi ve otonomi adına ekonomiden ‘çıkış’ yapılması gerektiğini savunur (Kallis, 2018: 4-6).

Tıpkı Gorz (ve Keynes) gibi bir toplumsal ilişki olarak sermayenin doğurduğu çelişki ve yapısal eğilimlerin üzerinden atlayan Latouche, meseleyi tahayyül ve niyetler bağlamında ele alır. Büyümeye Elveda başlıklı kitabında refah ve yoksulluk, kıtlık ve bolluk gibi kavramlara dair algı ve yaklaşımlarımızı yeniden tanımlamamız gerektiğini vurgulayan Latouche (2009: 35), öncelikli ihtiyacın bir kültür devrimi olduğunu (a.g.e.: 32), sermayenin zaferinin sınıf savaşını sonlandırdığını (a.g.e.: 65), ve esas çelişkinin sağ-sol siyaset arasında değil, ekolojiye önem verenler ve zarar verenler arasında cereyan ettiğini yazar (a.g.e.: 92-93).

Yine Latouche’a göre üretim araçlarının özel mülkiyetini ve kapitalist sınıfı ortadan kaldırmak, ücretli emeği ilga etmek zihniyetleri özgürleştirmeyeceği gibi toplumu da bir kaos durumuna iter. Bu nedenle ‘kalkınma sonrası toplumu’nda para, piyasa, kâr ve ücretli emeğin yeri pekâlâ olabilir (a.g.e.: 91). Böylelikle kapitalist üretimi yok etmeden onun ötesine geçmenin sihirli yolu – kültür ve zihniyet devrimi, tahayyüllerin özgürleşmesi – tanımlanmış olur.

Bu bölümde sunduğumuz özet, küçülme düşüncesinin bütün kaynaklarını kapsamıyor. Yalnızca küçük ölçekli sistemlerin bürokratikleşme tehlikesinden sıyrılıp, iktidarı bir avuç uzmana teslim etmeden demokratik ve eşitlikçi kalabileceğini, dolayısıyla karmaşık teknolojik yapılar içeren toplumların sosyalizme ulaşamayacağını savunan Ivan Illich gibi öncellerden, ya da tüketimi sorunsallaştıran daha bireyci ve ahlakçı yaklaşımlardan da bahsetmek mümkün.

Yine de, okuyucunun zihninde bu kökenlerin niteliğine ve çeşitliliğine dair bir fikir oluştuğu varsayımında bulunarak, günümüz küçülme teorilerinin ortak noktalarına, özellikle de politik ekonomi yaklaşımlarına göz atarak devam edelim.

Küçülmenin Politik Ekonomisi

2020’de Türkçe’de de yayımlanan, küçülme konusundaki referans kaynaklardan Küçülme: Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı başlıklı derlemede, bu akımın harcı niteliğindeki temel tezler şöyle özetleniyor2: Büyüme, birincisi, iktisadi değildir çünkü yarattığı refahtan çok sorun üretir ve belli bir noktadan sonra birey ve toplumun mutluluğuna, dirliğine katkıda bulunmaz; ikincisi adaletsizdir çünkü (başka şeylerin yanında) görünmez emek üzerinde yükselir, ve ülkeler içinde ve arasında eşitsiz mübadele ilişkilerine dayanır; üçüncüsü, ekolojik bakımdan sürdürülebilir değildir çünkü toplumları, ekosistemlere içkin sınırların ötesine iter (Kallis vd., 2015).

Kavramların kitapta kullanılma sıklığına göre oluşturulmuş bir kelime bulutu giriş bölümünde okuyucuya sunuluyor. Küçülme, kendisini olumsuz atıfla büyümeyi referans göstererek tanımladığı için merkezde ve en büyük puntolarla ‘büyüme’ kavramının durmasına şaşırmamak gerekiyor. Ancak ‘kapitalizm’ sözcüğünün ‘bakım’ (care) ve ‘GSYİH’ (GDP) kavramlarından da sonra gelmesi – sözcüklerin kullanım sıklığından büyük çıkarımlar yapma niyetim olmasa da – önemli bir ipucu.

Çoğu küçülme düşünürü, büyümenin gerek olgu gerek de kavram olarak kapitalist toplumla beraber tarih sahnesine çıktığını kabul ediyor (Andreucci ve McDonough, 2015). Yukarıda değindiğimiz kitabı derleyenlerden Giorgos Kallis, bir adım daha ileri giderek şöyle yazıyor (Kallis, 2018: 73): “Büyüme, altında yatan ve onun bir sonucu olarak ortaya çıktığı süreci gizler: doğaya el koyan ve başkalarının emeğini sömüren devlet ve kapitalistlerce yürütülen sermaye birikimi. Büyüme, sermaye birikimi sürecinin itkisi değil, onun bir sonucu, yüzeydeki görünümü, ‘fetişi’dir.”

Aslında bunun mantıksal bir sonucu olarak Kallis, genel ve soyut bir büyümeden bahsetmenin mümkün olmadığını görebilmelidir. Büyüme, ölçüsü ve niteliği, koşulları ve araçları açısından bakıldığında kapitalist büyümedir. Kullanım değeri üzerinde mutlak bir hakimiyet kuran artı değer (ve kâr) üretiminin kendisinin bir nitelik haline gelmiş olması, aynı zamanda kapitalizmin de sınırlarını belirler. Nitelik ve sınır burada örtüşür.

Entropi gibi zaman ve mekândan, üretim tarzından ve toplumsal ilişkilerden bağımsız evrensel yasaları kıstas almak, karşı karşıya olduğumuz yıkımda kapitalizmin özgül tarihsel rolünü, artı değer arayışının doğurduğu aşırı üretimi ve bundan ayrı ele alamayacağımız büyümenin niteliğini, dolayısıyla sermaye birikiminin rolünü gizliyor.

Andreucci ve McDonough (2015), küçülme taraftarları arasında kapitalizm ve büyüme arasındaki bu ilişkiye dair az çok bir görüş birliği olduğunu yazıyor, ancak yine de birçoğunun kapitalizmi doğrudan karşılarına almakta isteksiz olduklarını ekliyor. Andreucci ve McDonough’a göre bunun en az üç sebebi var: i) Latouche gibi itibarlı kuramcılar, kapitalizmin esas hasım olarak fetişleştirilmemesi, daha ziyade üretimci tahayyülün sorunsallaştırılması gerektiğine inanıyor; ii) küçülme çerçevesinde değerlendirebilecek toplumsal hareketler, gönüllü, merkezsiz ve yatay örgütlenme biçimlerini esas alıyor ve doğrudan kapitalizme karşı konumlanmış büyük ölçekli devrimci mücadele biçimlerine mesafeli duruyor; ve iii) sosyalizm gibi kavramlar tarihsel bir yük taşıyor. Oysa akademide ve dışında ana akımı etkilemek isteyen küçülme taraftarları, doğrudan ve açıkça antikapitalist bir söylem kullanmaktan kaçınıyor.

Küçülme yazınının genelinde, üst paragrafta üçüncü maddedeki tespitin etkisi seziliyor. Küçülme savını takip edip, onun mantıksal sonuçlarına ulaşan yazarlar kapitalist üretim aşılmadan böylesi bir toplumsal dönüşümün ve ekolojik yıkımın önüne geçilmesinin mümkün olmadığını teslim ediyorlar.

Benzer şekilde, küresel kapitalizme içkin emperyalizmin ve uluslararası sömürü mekanizmalarının özelinde küçülme düşünürleri, çevresel adalet ve ekolojik borç gibi kavramlara büyük bir önem veriyor. Bunun bir içerimi, merkez ülkelerdeki iklim eylem planlarının kısa ve orta vadede salımları diğer ülkelere kıyasla çok daha radikal bir düzeyde azaltması ve böylelikle kalan karbon bütçesinde çevre ülkelere olabildiğince fazla yer açması (Anguelovski, 2015; Schor ve Jorgenson, 2019; Seaton, 2019). Öte yandan küçülme, yaşam standartlarından ve mali/teknolojik kapasitelerden bağımsız olarak bütün ülkelere yeknesak bir program olarak sunulmuyor. Aksine, çoğu yazar küçülmeyi küresel güneyde gelişen kavram dağarcığına, mücadele biçimlerine ve politik yönelimlere kuzeyden sağlanan bir destek olarak takdim ediyor (Kallis vd., 2020: 102). Küresel kapitalizme ve onun beraberinde getirdiği güç dengelerini gözetme özelinde ortaya koyulan hassasiyet, kısmi olarak sermaye birikimi – büyüme ilişkisi bağlamında da sergileniyor.

Piyasanın İkamesi Kooperatif mi?

Örneğin Kallis, küçülmenin politik ekonomisi üzerine en derli toplu ve somut kaynaklardan biri olan Degrowth başlıklı kitabında şöyle yazıyor: “Sermaye, mümkün olan bütün büyüme membalarını sömürerek büyümüştür. Bedelsiz iş yaptırdığı ana etmenlere – kaynaklara ve enerjiye – getirilecek kısıtlamayı nasıl ve neden kabul etsin ki?” (Kallis, 2018: 105) Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu tespitin kapitalizme ilişkin içerimlerini tartışırken de “[b]üyüme, kapitalizmin bir parçası: büyüme arayışının terk edilmesi kapitalizmin ötesine geçmeyi şart koşuyor” diye yazıyor ve ekliyor: “Bu, devrimci nitelikte bir değişim: mevcut kurumların, tahayüllerin ve yaşam tarzlarının sistemik biçimde elden geçirilmesini gerektiriyor.” (Kallis, 2018: 163)

Bu pasajlarda sermayeye ve ona niteliğini veren harekete dair güçlü bir kavrayış seziliyor. Ancak büyüme yazınının geneline sirayet eden kavramsal bulanıklık ve muğlaklık, tartışmayı yapısal bir zeminde ele almaya en yatkın küçülme kuramcılarından Kallis’te de kendini gösteriyor. Konu gelip de üretim tarzına dayandığında bir anda tahayyüllere ve yaşam tarzlarına atıfla kendimizi ‘kapitalizm sonrası’ toplumu tartışırken buluyoruz.

Küçülme vizyonunu tarif ettiği prensiplerde Kallis, sınıfsız toplumdan, sömürüye son verilmesinden, (gıda, sağlık, eğitim, su, enerji gibi) temel ihtiyaçların müşterek olarak görülmesinden, bakım emeğinin haneden çıkarılıp toplumsal alana kaydırılmasından bahsediyor. Bu iddianın doğal içerimi, kapitalist üretime ve piyasa ilişkilerine de bir alternatif önerilmesidir. Bunun, üretim ve mülkiyet ilişkilerinde gerektirdiği değişimin farkında olan Kallis, ‘çeşitlilik’ içeren karma bir modelden söz ediyor. Buna göre, mübadele için üretim tekrardan kapitalizm öncesi dönemde ait olduğu sınırlı alana hapsedilmeli, üretimin baskın özneleri kooperatifler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar olmalı (Kallis, 2018: 122).

Kooperatiflerin işçi öz yönetimini güçlendirmekle beraber kâr için üretmeye devam ettiğini, bu kârın üyeler arasında bölüşüldüğünü biliyoruz. Diyelim ki Kallis’in (ve birçok küçülme taraftarının) deyimiyle bir ‘küçülme ekonomisinde’ kooperatifler kâr için değil, toplumsal fayda ve dirlik için üretecekler ve işçi meclisleri yoluyla kendi kararlarını alacaklar – peki hangi miktarda ve ne üreteceklerini nasıl belirleyecekler? Piyasa dolayımını ve fiyat mekanizmasını bir kenara itince üretim kolektifleri arasında koordinasyonu kim sağlayacak? Önerilen bu karma model toplumsal emeğin farklı üretim kollarına bölüştürülmesi, üretimin ve teknolojik gelişimin yönünün belirlenmesi açısından hiçbir somut mekanizma içermiyor.

Merkezsiz üreticilerin birbirlerinden bağımsız hareket ettikleri ortamda piyasa, tutkal işlevi görür. Belirsizlik bağlamında karar alan kapitalistler, üretimin yönü ve ölçeğine dair kararlarını piyasadan elde ettikleri işaretler sayesinde verirler. Kârlılığın hangi sektörlerde daha yüksek olduğu, talebin ne yönde geliştiği – elbette manipüle de edebildikleri – piyasa ortamında belirginleşir.

Ancak kaynakları piyasa değil, kâr amacı güden kapitalistler tahsis eder. Yatırımın yönü ve ölçeğinin belirlenmesinde, toplumsal iş bölümünün yeniden düzenlenmesinde aslî unsur kâr hedefidir. Piyasa, bunun araç ve olanaklarını sağlar. Kâr motifinin yokluğunda piyasa mekanizması ne kaynak tahsisi yapabilir, ne toplumsal iş bölümünü düzenleyebilir.

Kallis’in önerdiği gibi piyasanın alanının daraltıldığı (ya da tümden ilga edildiği) koşullardaysa üretimi koordine edecek, toplumsal iş bölümünü düzenleyecek başka bir düzeneğe ihtiyaç duyulur. Aşırı üretim ya da kıtlıkların önüne geçilmesi, sektörler arası orantısızlıkların önlenmesi için planlamaya ihtiyaç duyulur. Bu planlama sürecinin üretimi gerçek anlamıyla toplumsallaştırmak, yani yetki ve kararı olabildiğince üreticilerin kendisine bırakmak, fakat aynı zamanda makro düzeyde koordinasyonu sağlayabilecek merkezi unsurları da tahkim etmek sosyalizmin politik iddiasıdır.

Üretim Tarzı Tartışmasından Kaçış

Küçülme vizyonunun Kallis tarafından tartışılan diğer ilkelerinin önemli bir kısmıysa paylaşım ekonomisini genişletmek, dirliği kalıcı bir şekilde geliştirmek için maddi tüketimi ilişkisel ürünlerle (dostluk ve sevgi, sağlıklı cinsel ve duygusal ilişkiler, bakım emeğini yeniden örgütlemeyi mümkün kılacak toplumsal düzenlemeler, akrabalık ve aile bağları, vesaire) ikame etmek, toplumsal artığın büyük bir kısmını üretken olmayan bir biçimde kullanmak (örneğin festival ve karnavallar düzenlemek, beşerî bilimleri geliştirmek) ve böylelikle hem madde ve enerji kullanımını, hem de gösterişçi tüketimi azaltmak gibi başlıklara odaklanıyor (Kallis, 2018: 119-121).

Bu ilkelerin kapitalist üretim ile ilişkisine dair bir noktaya dikkat çekmeliyiz. Toplumun yeniden üretimi (reproduction), yani bir önceki paragrafta Kallis’in değindikleri, ve toplumsal üretim, yani üretim tarzı birbirine indirgenemeyecek iki ayrı eksen teşkil eder. Özne olarak sınıfların üretimi ikinci eksende gerçekleşirken, kapitalist üretimin çok eskisine dayanan (ancak yine de tarihsel olan) ataerkil ilişkiler, birinci alanda şekillenir. Somut tarihsel koşullarda elbette bu iki alan birbirini etkiler, her biri ötekisine varlık zemini oluşturur (Narin, 2016).

Yalnızca üretim tarzı eksenine odaklanan bir gelecek toplum tahayyülü, ataerkil ilişkilerin üzerinden atladığı ölçüde noksan kalır. Aynı şekilde, toplumun üretilmesi tartışmasının, üretim tarzını tümüyle içerdiğini düşünmek de hatalı olur. Sınıfsız ve sömürüsüz toplum tahayyülü, ancak ve ancak bu iki ekseni birlikte dönüştürme iddiasıyla örtüşebilir.

Elbette Kallis ve birçok küçülme düşünürü bunun farkında. Küçülme yazınının toplumun yeniden üretimine dair (aslında pek de özgün olmayan) katkıları ve ona atfettiği anlam çok önemli. Ancak konu ikinci eksen olan üretim tarzına gelip dayandığında, geliştirdikleri tezler bir sarkacın hareketini andırıyor: Kapitalist büyümeye dair düşünceleri kaçınılmaz olarak gelip de üretim tarzı tartışmasına dayanıyor. Fakat bu sınıra her yaklaştıklarında ya kapitalist üretimle uzlaşmaz nitelikte birkaç reformu eklektik olarak sıralamakla yetiniyor ya da bir tahayyül olarak büyümeden uzaklaşmayı salık verip, yüzlerini ahlâkçı bir kaçışa dönüyorlar.

Birincisi için örnek olarak toprak ve emeğin – ya da emek gücünün – meta olmaktan çıkarılması (Kallis, 2018: 122) verilebilir. Üretenlerin üretim araçlarından ayrılması, emek gücünün metalaşması kapitalizmin olmazsa olmazı. Kallis buna herhangi bir reform önerisiymiş gibi kısa bir paragrafta değinip geçse de, bir emek piyasasının yokluğunda toplam toplumsal emek gücünün nasıl, neye göre farklı iş kollarına tahsis edileceği sorusu bütün yakıcılığıyla ortada duruyor.

Elbette bu yazdıklarımdan toplumsal üretimin örgütlenmesinde piyasa ve fiyat mekanizmasına mahkum olduğumuz sonucu çıkmaz. Ancak işletme düzeyinde alınan yatırım ve istihdam kararlarından, makro düzeyde ekonominin yönünün, toplumsal ürünün niteliği ve niceliğinin belirlenmesine kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan karar ve koordinasyon sürecini tartışmaksızın bir alternatiften bahsetmek mümkün değil. Akla gelen tek alternatif ise üretimin iç içe geçen birçok katmanda planlanması ve bunu mümkün kılan mülkiyet ilişkilerinin, karar alma süreçlerinin tesis edilmesi. Daha da açık olmak gerekirse: planlı bir sosyalist ekonomi tartışması… Fakat bu, birçok küçülme taraftarı için bir tabu.

Örneğin büyümeyen bir kapitalist ekonomide işsizlik artışının doğal bir beklenti olduğunu belirten Kallis (ve Gorz), mevcut işlerin tüm işçilere paylaştırılmasını, böylelikle çalışma saatlerinin kısaltılmasını, serbest zamanın genişletilmesini öneriyor. Benzer şekilde Latouche, bir kültür devrimi olan küçülme sayesinde kitlelerin daha kısa çalışma saatlerini tercih edeceğini yazıyor (Latouche, 2009: 82). Tam da okuyucunun kafasında bunun ücretlere, kâra ve dolayısıyla yatırımlara etkisine dair sorular belirirken, bankacılık sektörünün tümüyle kamulaştırılması (ya da para yaratma yetkisinin devletin elinde tekelleştirilmesi) yoluyla yatırımların kâr hedefine göre değil, toplumsal dirlik gözetilerek yapılması, bu işlevin ise devlet tarafından üstlenilmesi gerektiğini öğreniyoruz (Kallis, 2018: 129-30, 152).

Bir kez daha sosyalizm ve planlama düşüncesinin yanı başına kadar gelmiş bulunuyoruz. Ancak çoğu küçülme taraftarı gibi Kallis de bu noktada göğe bakıp ıslık çalmayı yeğliyor: Can alıcı üretim tarzı tartışması yerine, kapitalizmin ötesini çağıran bir vizyonu, kapitalist üretimin üstüne eklektik reformlarla giydirmeye çabalıyor. Üretim tarzı tartışmasını bayağılaştırıp, odak noktasını büyüme-büyümeme ikiliğine kaydırmayı ise şöyle gerekçelendiriyor: Geçmişte sosyalist ekonomiler de büyüme tahayyülünün sınırları içinde hareket etmiştir. Dolayısıyla büyüme, tarihsel olarak kapitalizmin bir sonucu olsa da, onu kapsayarak aşmıştır. Dolayısıyla mücadelenin öncelikli amacı kapitalist üretimi değil, büyüme tahayyülünü aşmak olmalıdır (Kallis, 2018: 70-4).

Emek Süreci, Birikim Süreci ve Özne Sorunu

Küçülme, ilk bakışta ekolojik kısıtları gözeten, negatif GSYİH büyümesi – yani yeşil büyümenin tersi – olarak görünse de, aslında bunun ötesinde bir toplumsal tahayyül içeriyor. Bunun merkezinde enerji-madde geçiş miktarının ciddi oranda azaltıldığı koşullarda dahi toplumsal refah ve dirliğin artabileceği inancı yatıyor. Enerji ve madde kullanımındaki bu daralma ise, kaçınılmaz olarak GSYİH özelinde bir daralmayı içeriyor. Dar anlamıyla ‘ekonomik küçülme’ (negatif GSYİH büyüme oranları), bir politik program olarak küçülmenin amacı değil, beklenen sonucu olarak karşımıza çıkıyor (Kallis, 2018: 9).

Bu noktada ilginç bir benzerlikle karşı karşıyayız. Tıpkı GSYİH küçülmesinin bir etki (sonuç) olarak ifade edilmesi gibi, birçok küçülme kuramcısının büyümeyi kapitalist üretimde bir neden değil, bir sonuç olarak kavradığını bir önceki bölümde görmüştük. Büyüyen, biriken bir şey varsa bu kendinden menkul bir ekonomi değil, sermayedir. Yeşil büyüme çerçevesi, örneğin Yeşil Yeni Düzen önerileri büyümenin bu niteliğine, onun sınıf hegemonyasının oluşmasında ve devlet-toplum ilişkilerinde oynadığı düzenleyici role tümüyle kayıtsız. Fakat öte yandan küçülme için de şu söylenebilir: Bir toplumsal ilişki olan sermayeyi ilga etmeden ne GSYİH kalıcı olarak küçülebilir, ne de sermayenin amansız artı değer arayışının doğurduğu aşırı üretim, yağma, sömürü ve yabancılaşma son bulabilir.

Emek süreci tarihüstü bir metabolik ilişkiyi ifade eder. İnsan ve toplum, emeğe biçimini ve özgün niteliğini veren koşullardan bağımsız olarak doğayla ilişkiye girer. Tarihteki bütün üretim süreçleri en temelde bu ilişkiye dayanır ve kullanım değerleri üreterek toplumların varlığını sürdürmesini sağlar. Fakat toplum ve doğa arasındaki bu madde alışverişi, yani emek süreci, tarihsel ve toplumsal koşullara bağlı olarak özgül bir biçim kazanır.

Bir bakımdan genelleşmiş meta mübadelesi olan kapitalist üretim tarzında emek süreci, sermayenin değerlenme ve birikim süreci olarak örgütlenmiştir. Üretim süreci değişim değerinin güdümüne girerken, kapitalist sınıf da birikim sürecini yöneten özne olarak tarih sahnesine çıkar. Çekirdekteki bu çelişki, yani sınıfın sınıfla sömürüye dayalı ilişkisi ortadan kaldırılmadan ne toplumun doğayla girdiği ilişki, ne enerji-madde geçiş miktarı, ne de büyüme ekolojik bir bilinçle dönüştürülebilir.

Küçülme, bu yapısal ilişkinin üzerinden atlayıp merceği aşırı üretim, tüketim ya da sürdürülemez enerji-madde geçiş miktarına tuttuğu ölçüde hali vakti yerinde bireylere, özellikle de merkez kapitalist ülkelerdeki (geniş tanımıyla) küçük burjuva sınıfa sesleniyor. Bu durum, küçülme düşünürleri Andreucci ve McDonough (2015) tarafından eleştirel bir biçimde ifade edilen, doğrudan kapitalizmi karşısına alan büyük ölçekli devrimci mücadele stratejisine karşı takınılan mesafeli tavırda da kendini gösteriyor. Birikim ve kapitalist büyüme arasındaki ilişkiye dair yukarıda gördüğümüz yerinde tespitlerin ardından çoğu küçülme düşünürünün günün sonunda kapitalist üretim yerine büyümeyi temel sorun olarak göstermesi bu bakımdan bir sürpriz değil.

Sonuç

Tekrar etmekte fayda var: Büyüme, tarih sahnesinde gerek olgu gerek de kavram olarak kapitalist üretimle beraber belirmiştir. Daha da önemlisi, bu büyüme, yine hem olgu hem de kavram olarak yabancılaşmış, toplumsal dirlik ve refaha kayıtsız, yönü, niteliği ve niceliği sermayenin artı değer arayışı tarafından tayin edilen bir büyümedir. Buna rağmen birçok küçülme taraftarı gibi Kallis de, “boynuz kulağı geçti” diyerek (kapitalist) büyümeye aşkın bir önem atfediyor ve buna gerekçe olarak Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş sırasında Batı’yla girdiği büyüme yarışını gösteriyor (Kallis, 2018: 70).

Kendini kapitalist üretimle yarış üzerinden tanımlamaya başlaması, ‘kimin toplam çıktısı daha fazla’, ‘kiminki daha hızlı büyüyor’ gibi sorulara odaklanması sosyalist bir ekonomi açısından tarifsiz bir hata. Zira bu sorular, üretim sürecinin ve ürünün niteliğini gizler ve bayağı bir nicel kavgaya tutuşur, tartışmayı kapitalist üretimin üstün olduğu bir zemine doğru iter (Narin ve Işıkara, 2020).

Fakat Sovyetler Birliği’nin düştüğü bir yanlıştan yola çıkarak sosyalizm deneyimlerini ve tahayyülünü bütün olarak mahkûm etmek, hele ki bunu Marx ve Engels’i üretimcilik ve teknolojik belirlenimciliğe indirgeyerek yapmak (örneğin Kallis, 2019: 25-30) bir düşünce/okuma tembelliğinden ziyade ideolojik manevra olsa gerek. Zira sosyalist yazın – Marx ve Engels’ten başlayarak – zorunlu emek zamanı dışında kalan serbest zamanın genişlemesinin birey ve topluma vaat ettiği niteliksel değişime yapılan atıflarla dolu.

Küçülme yazını büyük ölçüde bu nitelik farkını görmezden geliyor. Fakat daha da önemlisi, bu farklı niteliğe varlık zemini olacak üretim tarzı tartışmasından kaçınıyor. Bunun yerine, kapitalist üretimi doğrudan hedef almaksızın ‘büyüme tahayyülü’nü sorunsallaştırmayı seçiyor. Oysa, büyümeyen bir kapitalist ekonomi tahayyülü ne kadar abes ise, kapitalizmin temeli olan mülkiyet ilişkilerini altüst etmeden, piyasa mekanizmasının ve kâr arayışının yerine üretimin örgütlenmesi işlevini üstlenecek başka araç ve süreçler koymadan kapitalizmin ötesine geçileceğini düşünmek de bir o kadar abes. Bir üretim tarzı olan kapitalizm, yalnızca sonuçları bastırılarak aşılamaz.

Kaynakça

Andreucci, D. ve. T. McDonough (2015) “Capitalism”, D’alisa, G. ve F. Demaria ve G. Kallis (der.), Degrowth: A Vocabulary for a New Era içinde, New York: Routledge, 59-62.

Anguelovski, I. (2015) “Environmental Justice”, D’alisa, G. ve F. Demaria ve G. Kallis (der.), Degrowth: A Vocabulary for a New Era içinde, New York: Routledge, 33-36.

Burton, M. ve P. Sommerville (2019) “Degrowth: A Defence”, New Left Review, 115: 95-104.

Daly, H. E. (2015a) “A Population Perspective on the Steady State Economy”, Real-World Economics Review, 70: 106-109.

Daly, H. E. (2015b) “Mass Migration and Border Polciy”, Real-World Economics Review, 73: 130-133.

Engels, Friedrich. 2006. Doğanın Diyalektiği. Ankara: Sol Yayınları.

Foster, J.B. ve P. Burkett (2008) “Classical Marxism and the Second Law of Thermodynamics, the Heat Death of the Universe Hypothesis, and the Origins of Ecological Economics”, Organization & Environment, 21 (1): 3-37.

Georgescu-Roegen, N. (1975) “Energy and Economic Myths”, Southern Economic Journal, 41 (3), 347-381.

Hickel, J. ve G. Kallis (2020) “Is Green Growth Possible?”, New Political Economy, 25 (4): 469-486.

Kallis, G. (2019) Limits. Why Malthus Was Wrong and Why Environmentalists Should Care, Stanford: Stanford University Press.

Kallis, G. (2018) Degrowth, Newcastle: Agenda Publishing.

Kallis, G. ve Paulson, S. ve D’Alisa, G. ve Demaria, F. (2020) The Case for Degrowth, Cambridge: Polity Press.

Kallis, G. ve F. Demaria ve G. D’Alisa (2015) “Introduction: Degrowth”, D’alisa, G. ve F. Demaria ve G. Kallis (der.), Degrowth: A Vocabulary for a New Era içinde, New York: Routledge, 1-17.

Keynes, John Maynard. 1963 “Economic Possibilities for our Grandchildren”. Keynes, J.M. (der.), Essays in Persuasion. New York: W.W. Norton & Co.

Koyuncu, M. ve Ş. Özar (2017) “Büyümemek Mümkün mü? ‘Ekonomik Küçülme Fikri’ Üzerine Tartışmalar”, Cömert, H. ve E. Özçelik ve E. Voyvoda (der.), Kalkınma İktisadının Penceresinden Türkiye’ye Bakmak, İstanbul: İletişim, 175-196.

Latouche, Serge. 2009. Farewell to Growth. Cambridge: Polity Press.

Marx, K. (1993) Grundrisse. Foundations of the Critique of Political Economy. Londra: Penguin.

Marx, K. (1990) Capital. A Critique of Political Economy. Vol I, Londra: Penguin.

Narin, Ö. (2016) “Otonomi Üzerine Değiniler”, Gürler, D. ve A. S. Gürler (der.), Karşı İşgal: İşgal Hareketleri Üzerine Bir Derleme, Siyah Beyaz Yayınları, 133-162.

Narin, Ö. ve G. Işıkara (2020) “Cybersyn ve Sovyetlerde Bilgisayar Ağları Deneyimi: Toplumsal Üretimi Yeniden Örgütleme ve Planlama Üzerine Düşünceler”, http://www.abstraktdergi.net/cybersyn-ve-sovyetlerde-bilgisayar-aglari-deneyimi/, indirilme tarihi: 23 Ağustos 2020.

Pollin, R. (2019) “Advancing a Viable Global Climate Stabilization Project: Degrowth versus the Green New Deal”, Review of Radical Political Economics, 51 (2): 311-319.

Pollin, R. (2018) “De-growth vs. a Green New Deal”, New Left Review, 112: 5-25.

Schor, J. B. ve A. K. Jorgenson (2019) “Is It too Late for Growth?”, Review of Radical Political Economics, 51 (2): 320-329.

Seaton, L. (2019) “Green Questions”, New Left Review, 115: 105-129.

1 Bu bölümde tartışacağımız küçülmenin düşünsel kaynaklarının sınıflandırılması Kallis’e (2018: 2-7) dayanmaktadır.

2 Küçülme tartışmalarını bir makalede derleyip toparlayan başka bir kaynak için bkz. Koyuncu ve Özar (2017).